TÜRKİYE’NİN BAŞINDAKİ ASIRLIK BELA: BATI LİBERALİZMİ
Cihan Dura
XIX. yüzyılın ilk yılları… İngiltere’de görülmemiş bir devrim, Sanayi Devrimi bomba gibi patlıyor. Yeni bir çağ başlıyor: Emperyalizm çağı… İngiltere’ye artık yeni pazarlar, yeni kaynaklar lazım. Diğer ülkelerin kapılarını zorluyor… Hangi ülke zayıfsa, orada korumacılığı kaldırtarak, ürünlerini ve sermayesini o ülkeye boşaltıyor. Bu ülkeler, başlıca Çin, Hindistan ve Osmanlı İmparatorluğu…
● İngiltere 1820-1840 arasında pek çok ülke ile serbest ticaret anlaşması imzalar. Osmanlı Devleti ile yaptığı 1838 Ticaret Antlaşması da bunlardan biridir. Ülkeye önce Avrupa ticaret sermayesi girdi, ardından da Avrupa finans sermayesi… Antlaşma’nın başlattığı liberalizm Osmanlı ekonomisinde çok zararlı sonuçlar doğurdu: Ekonomik bağımsızlık bitti. Bağımsız dış ticaret politikası seçeneği ortadan kalktı. Sanayileşmeye geçiş engellendi. Mevcut sanayiler yok olmaya yüz tuttu. Ticaret yabancı egemenliğine geçti. Ucuz Avrupa malları; bendi yıkılmış seller gibi Osmanlı pazarlarını bastı, ülke Avrupa’nın açık pazarına dönüştü. 1838 Anlaşması ve bunu izleyen diğer anlaşmalar, dış borçlanmanın yolunu açtı. Ülkenin başına Düyun-u Umumiye belası musallat edildi. Devletin çöküşü hızlandı. Ülke sonunda Emperyalizm’in silahlı işgaline uğradı.
● Liberalizm “piyasa mekanizmasına inanan, bu nedenle devletin ekonomiye müdahalesine karşı çıkarak, en düşük düzeye indirilmesini savunan görüş”tür. İlk olarak, Sanayi Devrimi İngiliz iktisatçıları tarafından formüle edildi. Buna göre kutsal olan, yalnızca bireydir. Toplumda eşitsizlik esastır. Serbest piyasa dâima insanların lehine işler. Devlet denetimi ve kamu sektörü, bu mekanizmanın önünde bir engeldir. Devlet özelleştirme yoluyla küçültülmeli, etkisizleştirilmelidir. Oysa gerçek farklıydı: Liberalizm, bugünkü adıyla “Neoliberalizm”, tam da Batı’nın para babalarının, küresel şirketlerin dünya görüşüdür. Batı oligarşisi; kazanımlarını kaybetmemek, geleceğini güvence altına almak, daha da zenginleşmek için bu görüşü bütün dünyaya yayarak, zorla uygulatmaya çalışmaktadır. Bunda da büyük başarı sağlamıştır.
● Liberalizm XX. yüzyılın ilk yarısında gözden düştü. 1970’lerin ortalarına kadar, dışlanmış bir akım olarak kaldı. Ekonomide hâkim görüş devletçilikti. Sosyal devlet anlayışı ön plandaydı. Artık, ekonomik istikrar ve gelişmenin ancak devletin öncülüğünde sağlanacağına inanılıyordu. Derken, durum değişti: Liberalizm ve bireycilik yeniden canlandı: Amerika’da Chicago Üniversitesi’nde başlayarak, bütün ABD’yi etkisi altına aldı. Hayek ile M. Friedman gibi iktisatçılarla bunların öğrencilerinin çekirdeğini oluşturdukları küçük bir gruptan yola çıkan neoliberaller ve onları parasal olarak destekleyenler; muazzam bir “vakıflar, enstitüler, araştırma merkezleri, yayınlar, öğretim üyeleri ve yazarlar, halkla ilişkiler ağı kurarak doktrinlerini geliştirip, allayıp pullayıp dünya ülkelerine satmaya giriştiler. Milyarlarca dolar harcadılar ve sonunda hedeflerine ulaştılar: Neoliberalizm’in, insanlığın biricik doğal varoluş biçimi olarak görünmesini sağladılar. Türkiye’de üniversitelerde, iş dünyasında, medyada sürekli liberalizm borazanlığı yapanlar da bu geniş propaganda ve desteğin ürünleriydi.
● Neoliberalizm’in, dünyayı ele geçirmeye başladığı tarih Margaret Thatcher’in iktidara gelip, İngiltere’de “neoliberaldevrim”i başlattığı 1979 yılıdır. Slogan şuydu: Başka Seçenek Yok. “Toplum yoktur, yalnızca bireyler vardır”. Merkezdeki değer rekabettir; uluslar, bölgeler, işletmeler ve elbette kişiler arasındaki rekabet… “Eşitsizliklerle övünmek” gerekirdi. Thatcherizm ideolojinin tohumlarını 1980’lerde Doğu ve Orta Avrupa’ya, bu arada Türkiye’ye serpmiştir. Tohumları -General Kenan Evren’in koruması altında- Türkiye’de yeşerten, Turgut Özal ve partisi ANAP olmuştur. Turgut Özal Başkan Bush’tan, M. Thatcher’dan sürekli akıl alıyordu. Özal’ın “Ben zenginleri severim” sözünü hatırlayalım. Demek istiyordu ki, fakirlerin canı cehenneme! Dediğini de yaptı, bugün de yapılıyor.
● Neoliberalizm’in temel politikası şudur: Yüksek refah düzeyine ulaşmak isteniyorsa, bireysel girişimcilik serbest olmalıdır. Mülkiyet hakları güvence altına alınmalı, ticaret serbestleştirilmelidir. İktisadi kararların alınmasında serbest piyasa söz sahibi olmalıdır. Neoliberal iktisat politikası en kesin ifadesini “Washington Uzlaşması”nda bulmuştur. Washington Uzlaşması, üç önemli kurumun (Dünya Bankası, Uluslararası Para Fonu, ABD Hazine Bakanlığı’nın) diğer ülkelere dayattıkları ortak iktisat politikalarını ifade eder. Neticede hemen bütün ülkeler bu “uzlaşma” etrafında uygulama birliğine zorlandı. Oysa Washington Uzlaşması’nın gerçek amacı diğer ülkelerde serpilmekte olan sanayileşme hareketlerini önlemektir. Şundan ki, gelişmekte olan ülkelerdeki sanayileşme Batılı sanayileşmiş ülkelerin, pazarlarını ve hammadde kaynaklarını kaybetmelerine yol açıyordu. Çareyi bu ülkelerin sanayileşmesini yavaşlatmakta, hatta durdurmakta gördüler. Bunun için de 10 maddelik bir program geliştirerek, adını “Washington Uzlaşması” (Washington Consensus) koydular.
Türkiye, Latin Amerika ülkeleri gibi sanayileşmeleri engellenmiş ülkeler; mali yardım için başvurdukları Dünya Bankası ve IMF gibi uluslararası kuruluşların zorlamasıyla, Washington Uzlaşması’nın önlemlerini “yapısal uyum programları” adı altında uygulamışlardır. “Yapısal uyum programları” demek; ekonomiyi serbest piyasaya terk etmek, küresel şirketlerin çıkarları ile uyumlu hale getirmek demektir.
Türkiye Washington Uzlaşması yoluyla Neoliberal politikaların, en katı şekliyle uygulandığı ülkelerden biri olmuştur. 2001 krizinin ardından ekonominin yönetimi IMF memuru Kemal Derviş’e bırakıldı. İstikrar Programı, Güçlü Ekonomiye Geçiş gibi yaftalar altında liberal önlemler; en katı şekilde uygulamaya konuldu, o gün bugündür de uygulanıyor.
● Peki sonuç ne oldu? İşte olanlar:
– Türkiye Batı’nın isteği doğrultusunda sanayileşmekten vazgeçti. Özelleştirme uygulamaları yoluyla kamunun elindeki tesisler özel sektöre ve yabancılara satıldı, kimileri kapatıldı.
-Gümrükler kaldırıldığı için ithalat arttı. Cari açık büyüdü. Açığın artması dış borçlanmayı getirdi
-Yatırımlar önemli ölçüde durdu. Tasarruflar düştü. İç ve dış kaynaklar inşaat ağırlıklı yatırımlara yöneltildi. Türk ekonomisi hizmet ve tüketim ağırlıklı bir ekonomi haline geldi.
Kısacası, ülke yeniden bir yarı-sömürge olma niteliklerini kazanmaya başladı.
Bugün ekonominin içinde bulunduğu krizde -Batı’nın bize 200 yıldır dayattığı- liberalizm uygulamalarının ve bunların ısrarla sürdürülmesinin birinci derecede rolü olduğu kolayca görülebilir.
Azim ve Karar, 02.12.2021