DOĞRAMACI’NIN ARDINDAN

DOĞRAMACI’NIN ARDINDAN
6 Kasım 2024 23:01
112
A+
A-

(Eski bir yazı ama YÖK’ün kurulduğu gün İhsan Doğramacı’yı anmadan olmaz)

Suay Karaman   

12 Eylül 1980 darbesini yapan kuvvet komutanlarına ABD’li yetkililer şu sözleri söylemişti: “Darbeyi yaparsanız yeni rejimi tanımakta gecikmeyiz. Ancak darbeden sonra sizden bazı kişileri değerlendirmenizi istiyoruz. Bunlar; Başbakanlık müsteşarı Turgut Özal ile Hacettepe Üniversitesi rektörü İhsan Doğramacı’dır.” 12 Eylül 1980 günü CIATürkiye masası şefi Paul Henzenin, ABD Başkanı Jimmy Carter’ın kulağına eğilip: “Bizim çocuklar işi başardı” (Our boys have done it) dediği bilinmektedir.

Böyle bir pazarlık sonucunda, 12 Eylül rejimi tarafından kurulan Yüksek Öğretim Kurulu’nun başına getirilen İhsan Doğramacı sayesinde YÖK diye diye çağdaş ve özerk üniversite yok edildi. 12 Eylül faşizminin üniversite ayağının en önemli aktörlerinden olan Doğramacı, 1981-1992 yılları arasında on bir yıl boyunca YÖK’e başkanlık etti. Başkanlığı süresince, 1402 sayılı yasa gerekçe gösterilerek yüzlerce ilerici akademisyenin görevine son verildi. Üniversite öğrencileri potansiyel suçlu olarak görüldü ve binlerce öğrenciye disiplin cezası verildi. Doğramacı, üniversitelerden özgür düşünceyi kovmak için pek çok şey yaptı, bilimden ve aydınlanmadan yana olan her şeye savaş açtı. Eğitimin özelleştirilmesi ve üniversitelerde yüksek harç parası alınmasının önü açıldı. Bir devlet kurumunun başındaki kişi olarak, ilk özel üniversite olan Bilkent Üniversitesi’ni kurdu. Böylelikle eğitimin piyasalaşması adına önemli bir adım atıldı. İhsan Doğramacı, YÖK başkanlığı döneminde Hacettepe Üniversitesi’nin Beytepe kampüsündeki araziler ile ODTÜ arazilerini işgal ederek, başta Bilkent Üniversitesi olmak üzere arazileri kendi şirketlerine tahsis etti ve İstanbul Üniversitesi Orman Fakültesi’ne ait Bilezikçi Çiftliği’ni Bilkent’e aldı. Ancak bu arazi, orman fakültesi öğretim elemanlarından bir grubun idari mahkemeye dava açmaları üzerine geri alındı.

Prof. Dr. İhsan Doğramacı’nın ilk basımı 1952 yılında, ondördüncü son basımı da 2000 yılında yapılan “Annenin Kitabı” başlıklı bir çocuk bakım kitabı bulunmaktadır.  Bu kitabında ABD’li bilim insanı Dr. Benjamin Spock’un (1902-1998) ilk baskısı 1946 yılında yapılan “Çocuk Bakımı ve Eğitimi” (Baby and Child Care) adlı dünyaca ünlü kitabından, kaynak göstermeden alıntılar (aşırma/intihal) yaptığı, ilk kez 29 Kasım 1981 tarihli Cumhuriyet Gazetesi’nde Uğur Mumcu tarafından yazılmıştı. Bu olay daha önce de bazı bilim insanlarının dikkatinden kaçmamıştır. Zaman içinde bu olaya çeşitli bilim insanları atıfta bulunmuştur.

İstanbul Üniversitesi Cerrahpaşa Tıp Fakültesi öğretim üyesi Prof. Dr. Hasan Yazıcı bu aşırma olgusunu kamuoyuna yeniden duyurdu. Prof. Dr. Hasan Yazıcı başkanlığındaki Türkiye Bilimler Akademisi (TÜBA) Bilim Ahlak Komitesi, 4 Mart 1998 tarihinde Doğramacı’nın aşırma olayını, diğer önemli aşırma örnekleriyle birlikte kınama kararı aldı. Bu olay üzerine Doğramacı, Hasan Yazıcı aleyhine dava açtı. Yargıtay 4. Hukuk Dairesi, oybirliğiyle Doğramacı’nın aşırma yaptığına karar verdi. Ancak 10 Mayıs 2006 tarihinde Yargıtay Hukuk Genel Kurulu, oyçokluğuyla Doğramacı’nın aşırma yapmadığına karar verdi. Türkiye hukuk tarihinde çok sorgulanan bu karar, başta Benjamin Spock’un eşi Mary Morgan olmak üzere gerçek bilim insanlarını tatmin etmedi. Türkçe kitabı çevirtip inceleyen Mary Morgan, Doğramacı’dan özür talep eden mektubunu kamuoyuyla paylaştı.

Bu arada Doğramacı’nın, dava dosyası Yargıtay Hukuk Genel Kurulu`na gelmeden hemen önce, kendi kitabının 1943 tarihinde yayımlandığını yani Spock`ın kitabından üç yıl önce yayımlandığını bildiren bir temyiz yanıtı gönderdiği ortaya çıktı. Gönderilen yanıta “Annenin Kitabı -Çocuk Bakımı ve Anne Rehberi” adlı kitabının kapağı da eklenmişti. Davanın açılmasından itibaren aşırma suçlamasından aklanabilecek olan böyle bir kitabın varlığından, dava boyunca hiç söz edilmemesi tuhaftır. Bir başka tuhaflık ise, böyle bir kitabın Türkiye`de basılan bütün kitapların kaydının bulunduğu TBMM Kütüphanesi’nde ve Milli Kütüphane’de bulunamamasıdır. Ne yazık ki bu güne kadar böyle bir kitabın kapağından başka, varlığını gören olmamıştır.

Prof. Dr. Celal Ertuğ’un yazdığı “Türkiye’de ve Dünyada İhsan Doğramacı Olayı” (1996) adlı kitapta iki profesör, doçent oluşlarını anlatmışlardır. Dr. Tuğrul Pırnar radyoloji asistanıdır ve doçentliğe başvuracaktır, fakat hocası tezini beğenmediği için doçentliğin kendisi için erken olduğunu söyler. Ancak Dr. Pırnar yine de başvurur. Olayı Dr. Pırnar şöyle anlatır: “Röntgen hocası her nedense doçentlik girişimime karşı çıktı. Yurtdışında hazırladığım tezime esas olarak çalışmayı kendimin yapmadığını varsaydı. Doğramacı doçentliğin kabul edilmeyeceğini düşünerek benim jürime üye oldu. Sözlü sınav, korktuğum şekilde röntgen hocasının beni sıkıştırması ve beni korumak için jüri üyesi olan Doğramacı’nın bana nefes aldıran girişimi ve müdahaleleri arasında çok sıkıntılı bir şekilde geçti. Röntgen hocası beni bırakmak istedi ama Doğramacı binbir dereden su getirerek ve diğer üyeleri ikna ederek ‘Buradan geçirelim deneme dersi aşamasında karar verelim’ diyerek kabul ettirdi. Deneme dersini 45 dakikada bitirerek salondan çıktım. Birden salondan ve koridordan bir alkış koptu ki o kadar olur. Alkış ve tezahürat güzel de bir türlü bitmiyor. Tabii bir süre sonra bunun jüriyi etkilemek amacıyla düzenlenen bir olay olduğunu fark ettim. Doğramacı, ‘Dersin ne kadar beğenildiğini görüyorsunuz, bunu başarılı kabul edip, adaya doçentlik unvanı vermek zorundayız. Yoksa ben bu heyecanlı grup içinden sizi geçirmeyi göze alamam, size hakaret edebilirler’ diye baskı yapmış. Sonuçta röntgen hocası çaresiz kalıyor, ‘Tamam İhsan bey, adayın doçent olsun, ama ben aldatıldım’ diyor. İşte benim doçent oluşumun hikayesi böyledir.”

Bu olayda Doğramacı’nın yaptıkları bilim etiğine aykırıdır. Kendisi çocuk hastalıkları profesörü olduğu halde radyoloji jürisine girmiş, alkış senaryosu hazırlanmış, tehdit ve baskı uygulanmıştır.

Dr. Doğan Remzi, üroloji asistanıdır ve doçent oluşunu şöyle anlatır: “1967 yılında üroloji profesörleri doçentlik sınavında başarısız olduğuma karar verdiler. Ben de rektör Doğramacı’ya giderek ‘Artık benim burada geleceğim yok’ dedim. Doğramacı bu duruma çok üzüldü ve aynen şunları söyledi: ‘Üzülme ben bu sorunu çözerim, tanınmış bir üroloji profesörünün adını ver, ben hemen onu buraya tayin edeyim ve gelecek yıl bu profesör başkanlığında jüri kurdurup işi bitiririz’ dedi. İnanılır gibi değildi ama gerçekleşti. ABD’den Prof. Dr. William Staubitz Hacettepe’ye getirildi ve profesör olarak atandı. Doçentlik jürisi 1968 yılında onun başkanlığında kuruldu. Doğramacı’nın sayesinde haksızlık giderildi ve doçent oldum.”

Bu olayda da Doğramacı, bilim etiğine aykırı davranarak, kendi istediği asistanı doçent yapmış ve bilim dünyasına kazandırmıştır. Açıkça görülüyor ki, İhsan Doğramacı üniversitede bilim etiğine karşı işlerde bulunarak, türlü yollarla istediği bilim insanlarına unvan verilmesini sağlamıştır. Bu şekilde profesör olanlar, üniversite ve YÖK yönetiminde bulunarak, iş bilir ve iş bitirir Doğramacı’yla birlikte üniversitelerin doğranmasına katkı vermişlerdir. Bugün üniversitelerin temelinde yatan zihniyet, bu anlayışın eseridir. Doğramacı, üniversitelerin bugün içerisinde bulunduğu durumun en başta gelen sorumlularındandır.

10 Mayıs 1989 tarihli Cumhuriyet Gazetesi’nde Berlin Özgür Üniversitesi (Freie Universitaet Berlin) Öğretim Üyesi Prof. Dr. Gerhard Bauer ile söyleşi yapılmıştır. Bu söyleşide Gerhard Bauer, İhsan Doğramacı’nın kendisine söylediklerini şöyle açıklamıştır: “Doğramacı’nın bir bilim insanı olduğuna inanmak güç. Türkiye’deki sol hakkında bana yazdıklarına çok şaşırdım. ‘Türkiye’de solcular çok azdır ve kafaları çalışmaz, onları dinleme’ diyordu. Halbuki ben O’nun aptal diye bahsettiği insanların pek çoğunu tanıyordum. Bana çok dürüstçe konuşuyorlardı ve yanlış bir tablo görmemi istemiyorlardı. YÖK hakkında o kadar kötü şeyler duydum ki, yaşamını bilime adamış bir kişi olarak rahatsız oldum. Bence hiçbir ülke YÖK gibi bir cezaya layık değildir. YÖK çağdışıdır ve hemen ortadan kaldırılmalıdır. Demokratik ülkelerde bu tür akademik yaşamı güdümü altına alan kuruluşların yeri yoktur. YÖK’ün diğer üniversiteler üzerinde diktatoryası var. YÖK’ün Türkiye’de 21. yüzyıldan önce ortadan kaldırılacağını sanmıyorum.”

Nisan 2006 tarihinde, İhsan Doğramacı, Ankara’daki  köşkünde hükümet başkanı ile üyelerinden bazılarına yemek vermiş ve görüş alış verişinde bulunmuştur. Bu görüşmeden sonra 22 Haziran 2006 tarihinde TBMM’de bir yasa kabul edildi ve bu yasa 4 Temmuz 2006 tarihinde Resmi Gazete’de sessiz sedasız yayınlandı. Bu yasaya göre Bilkent Üniversitesi kampusu ile Erzurum, Malatya, Şanlıurfa ve Van illerindeki kampuslarında bulunan okulların tüm personelinin ücretlerinden 1 Mart 2006 tarihinden itibaren yirmi beş yıl süreyle kesilecek gelir vergisi tutarını devlete ödemeyecektir. Bu paranın, Bilkent Üniversitesi’nin sözü edilen illerdeki tesisleriyle ilgili her türlü giderler ile bir kısım öğrencilerinin burslarının finansmanında kullanılması kararlaştırılmıştır. Bu yasa ile devleti devlet yapan temel ilkelerden önemli bir bölümü daha aşındırılmıştır; vergi toplama erkinin devlete ait olması, bütçenin birliği ilkesi ve eşitlik ilkesi açıkça çiğnenmiştir.

Bütün bu olumsuzluklar göz ardı edilerek, üniversite özerkliğinin ve bilim özgürlüğünün bir numaralı düşmanı olduğu herkes tarafından bilinen öğretim elemanı doğramacısı olan İhsan Doğramacı’ya, AKP iktidarı tarafından 2007 yılı “TBMM Onur ve Yüksek Hizmet Ödülü” verilmiştir.

Ölümünden kısa bir süre önce Ankara caddelerine asılan reklam panolarındaki dev afişte Fettullah Gülen’in fotoğrafı ile İhsan Doğramacı’nın fraklı, nişanlı, madalyonlu ve kordonlu komik fotoğrafının birlikte asılması anlamlıdır. Afişin üzerinde ilginç bir slogan vardı: “Bizi Bizden Kimse Koparamaz” Bu sloganın altında ise ‘Bilkent Düşünce Kuruluşu’ imzası bulunuyordu. Bilkent Üniversitesi yönetimi şikayette bulunarak, bu afişlerin kaldırılmasını sağladı. Olayın nedeni henüz belli değil ama 22 Haziran 2006 tarihli ayrıcalık sağlayan yasa göz önüne alındığında, gelecekte Bilkent Üniversitesi’ni Gülen cemaatine satmanın hazırlığı olarak düşünülmesi gerekir.

Ölüm, hangi yaşta olursa olsun, çok zor ve acı bir olaydır. Ölüm sonrasında, genellikle ölen insanın olumlu tarafları anımsanır. Ancak ölüm, önemli kişiler dahil hiç kimseye bir ayrıcalık kazandırmamalı, ölen kişinin olumlu ve olumsuz yönleri ortaya konmalıdır. Yaşamı boyunca yaptığı olumsuz ve etik dışı uygulamalarıyla tarihe geçen Doğramacı, üniversiteleri doğramasıyla anılacaktır. Bütün bunların ardından şu hüküm yanlış olmaz: İhsan Doğramacı büyük insandı, tam 95 yaşında öldü…

İlk Kurşun, 8 Mart 2010.