KÂBE TOPRAĞI SATMAK MI, KÂBE’Cİ OLMAK MI KARLI?

Reha Ören
Skype E-Posta ile paylaş Yazdır
Nesneler ve kelimeler bazen acayip çağrışımlar yaptırıyor. İnsan beyni olup olmadık şeyleri bir anda zamanın imbiğinden süzüp çıkartıyor.
Sonra da insanı geceleri hafakanlar basıp, yazsam mı, yazmasam mı anaforunda boğuyor!
Uzun, çok uzun yıllar önce insan olabilmek adına tarihi fi’de yaşadığım bir olayı arşivimdeki bir fotoğraf karesi hatırlattı.
Bu fakir, sözüm ona, ilim peşinde koşup ‘irşat’ için ‘mürşit’ ararken makası ters ucundan tuttuğumu fark edince, belki imandan değil amma yarım yamalak dinden de olmuştum.
Neyse zurnada peşrev olmaz. Yazıda sadede gelmenin kısa olanı makbuldür.
Sakaryalı biri ile tanışmıştım. Gök gözlü, kısa boylu yaman bir adamdı. Süpürgecilik yapardı.
“Hoca fendi” diye temenna ile eğilirdi dükkanına gelen. Sakalı vardı. İslam adabına uygun kesilen!
Sakal adaba uygun kesilmişti amma, zat-ı muhteremde ahlak da edep de yoktu!
Tahammül gösterirseniz biraz sonra okuyacağınız satırlar haklılığımı teyit edecektir.
Bu adamın dükkânı bir türlü ‘dergâh’ gibiydi. Birtakım adamlar gelip gidiyor, süpürge alışverişinden ziyade dini sohbetler zamanın çoğunu tüketiyordu.
Dükkâna gelenler saygı ile gelip, saygı ile gidiyorlardı.
Bu adamla ahbaplığımız hayli ilerledi.
Merak bu, ilim bir yana irfan arıyorum ya…
Yolumuz daha sıklıkla Sakarya’ya düşmeye başladı. Her ziyaretimde işlerinin bozuk olduğundan dem vuruyordu.
Sakarya dönüşümde kendisinin de İstanbul’a geleceğini söyleyince mecburen Şehr-i Asitane’ye birlikte geldik.
Harem İskelesi’nde inince ertesi gün buluşmak üzre sözleştik.
Bir sonraki gün buluşma yerine gittim.
Anlaşılan o ki bizim ‘Mürşit’ müflis olmuştu.
Ne yapalım, çare yok, birkaç günlüğüne kahrını çekecektik.
Peşrevi bırakıp, Laf-u güzafı Aydın havası misali kısa keselim.
O vakitler bu fakir daim olduğu gibi sergerde misali yaşamakta. İş yok güç yok, maaş yok.
Sağa-sola yazı falan yazarak güç kanaat nafaka temini peşindeyiz. Belli bir gazeteden aldığımız para da yok. Çok çar-u naçar kalırsak Bab-ı Adi kaldırımlarında kitap satmak felahımız olmakta!
Her vakit olduğu gibi yoksulluk boynumuzda pranga!
Himmete muhtaç dede, kendinden gayri kime himmet ede?
Tanrı’nın işine karışılmaz, hikmetinde de sorgu ve dahi sual olmaz.
Yokluk içerisinde bu Sakaryalıyı omuzlarımıza almak farz olmasa da vacipti sanki!
+
Bir gün Sakaryalı dedi ki:
“Bak a can bu iş böyle olmayacak. Naylon poşete baskı yapan bir matbaa biliyor musun?”
“Elbet” dedim biliyorum.
“Peki “Klişeci tanıdığın var mıdır?”
“Tabii vardır. Lakin bunlar paradır” dedim.
“Yahu elbet paradır. Ben sana neden tanıdığın var mıdır diye sordum sanırsın”
Merak ettim.
“Yani veresiye yaptıracağız”
Evet” dedi.
“Peki parasını ne zaman ödeyeceğiz?” dedim.
O haftanın ilk Cuma namazından sonra” dedi.
*
Ertesi gün elinde Arapça el yazısıyla bir şeyler yazan bir kâğıt parçası getirdi. “Bunun klişesini yaptır. Sonra da 10’a 15 naylon torbalara bastır” dedi.
Klişeciye birlikte gittik. Güya teminatımdı. Ne klişeci anladı ne olduğunu ne de naylon poşete baskı yapacak adam.
“Poşetlerin ağzını nasıl bağlayacaktık?” Soru Sakaryalıdan geldi. Baskıcı “tel ile zımbalayın” dedi.
“Olmaz” dedi Sakaryalı. “Orijinal olmalı”
Baskıcı basit bir düzenek tarif etti. İnce iki bakır teli kıvırıp sıkıştıracak ve iki cundan düşük voltajlı akım verecektik. Tel ısınacak biz de naylon torbanın ağzını tele değdirerek yapışmasını sağlayacaktık.
Ertesi gün baskılı naylon torbaları aldık.
Bizim Sakaryalı destur isteyip gitti.
“Eminönü’nde Süleymaniye Camii’nin önünde Cuma namazından önce buluşalım” dedi.
*
“Cuma sabahları nurlu olur” derler.
Ne nuru yahu?
O Cuma bana katran karası gibi geldi ve geldiği gibi de zifte bezenmiş zifir içinde gitti.
*
Neyse bizim Sakaryalı gelmesine geldi amma bir acayip geldi. Elindeki fileleri bana verdi.
“Ben namaza gidiyorum. Sen ister gel, ister beni bekle” dedi.
Filelerden birinin içine baktım. Bir portatif iskemle. Bir de küçük tablaya benzer portatif bir şey, en üstte birtakım kıyafetler vardı. Ötekinde kesekağıtlarında da bizim küçük naylon poşetler içinde hayli de ağır bir şeyler.
“Ula bu da nedir, ilim irfan ararken neye çattık.” Derken Hoca’nın salasının ardından müminler eda ettiler mübarek Cuma namazlarını.
Bizimkisi herhal farzı kılıp, sünnetleri iptal etmişti.
Kısa sürdü namazı. Geldi fileleri aldı. Tablayı, tabureyi açtı. Üstten bir yeşil cübbe çıkardı. Kafasında da beyazlı bir fes. Benim gözlerim faltaşı gibi açıldı.
“Sen ister ötede bekle. İster yanımda kal” dedi.
Korku ile hayret merakın peşine takılınca az ötede, kendimce zula bir yerde alemi- cümbüşü seyre başladım.
Namazını da eden Müslümanlar bizim Sakaryalının başına üşüştüler. Sakaryalı arada bir bas bariton gür sesiyle Arapça bir şeyler söylüyor, sıklıkla da “Allah U Ekber” diyerek tekbir getiriyordu.
Ne söylediğini anlayabilene aşk olsun. Sakaryalıyı dinleyenler ellerini ceplerine atıyor ve tomar tomar parayı eline teslim edip bir poşet alıyor ve öpüp başlarına koyduktan sonra huzurundan temenna ile geri geri gidiyorlardı.
Kısa sürede Sakaryalının getirdiği koca filenin dibindeki poşetler bitti.
Sakaryalı telaş ile cübbeyi çıkardı, fesi filenin içindeki kesekağıdına tıktı. Ve yanıma doğru yol aldı.
Allak bullak olmuştum.
“Ula bu ne menem iştir?” deyi düşünürken Sakaryalı kolumdan tutup “Haydi can gidelim artık buradan” deyince Sirkeci’ye doğru vapur iskelesine seyrettik.
İlk arabalı vapura binip Harem’e doğru giderken Sakaryalı galeta almayı da ihmal etmedi. Vapurun güverte kısmında birer de demli cay söyledi.
Lakin ben dilim tutulmuş dut yemiş bülbüle dönmüş, sanki lal olmuştum.
Sakaryalı ceplerinden çıkardığı para tomarlarını sayıyordu.
Sayması bitti. “Al” dedi.
“Bu klişecinin, bu da baskıcının parası.” Aldım.
Kafam iyiden iyiye karışmıştı.
Borcu ödeyebilmenin vebalinden kurtulduğuma sevinirken.
Sakaryalı koca bir para tomarını daha bana uzatırken: “Al “dedi. “Bu da senin hakkın. Elinin, ayaklarının, ahbaplarının ceremesi var. Onları ödemeliyim. Hakkın geçmemeli.”
*
Sakaryalı suskundu. Mavi gözleriyle denizaltı teleskobu gibi denizi tarassut ediyor, arada bir de Arapça bir şeyler mırıldanıp sakalını sıvazlıyordu.
*
Dayanamayıp “Yahu” dedim “Allah aşkına ne sattın adamlara?”
“Yine bir şeyler mırıldandı.
“Rızkı veren hüdadır. Lakin sen de aklını kullanacaksın” dedi.
“Elbette. Lakin ne sattın da öyle adamlar kapıştılar?”
“Kâbe toprağı” deyince beynim kafatası kemiklerimin içinden fırladı sandım.
Arabalı vapur Hareme ulaşmış, palamarlar atılmış, çımacılar telaş içinde, vapur sancak bordasından iskeleye yanaşmıştı.
Fal taşı gibi açılmış gözlerle. “Nasıl yani. Ne Kâbe’si, ne toprağı?” diyebilmiştim.
Kolumdan sertçe tuttu.
“Gel seninle birer çay daha içelim” dedi.
İskeledeki çaycılardan birinin taburesine iliştik. Ben sankim binlik rakı içmiş gibiyim. El hâk cebimdeki para tomarlarını dahi unutmuşum!
“Bak” dedi Sakaryalı.
“İmdi biliyorsun sefillik rezilliği getirir. Benim halim de ahvalim de öyleydi. Baktım olmayacak. Para kazanmam gerekti. Sen İstanbul’da beni koyup evine gidiyordun. Ben de sana bir şey demiyordum. Yatsı namazını hangi camide kılmışsam o camide bir tabutun içine girip geceyi öyle geçiriyordum.
Ama hayat böyle olmazdı. Süpürgeci dükkânı da gerektiği gibi kazanmıyordu. Gelene, gidene çay, kahve ve aş ikram etmekten ot alacak sermaye bile kalmamıştı. Seninle buluşmadan bir gün önce Karaca Ahmet Kabristanı’na gittim. Oradan karıncaların ufaladığı yuva topraklarından aldım ve bu torbaları hazırladım. On kaymeden 100 torba vardı. Bakma o kadar paraya aziz ve mübarek Müslümanlar Kâbe toprağına sahip olmanın sevinciyle paralarının üstünü istemeyi bile unuttular”
Neyse.
Dedim ya insan beyni unuttuğu şeyleri ansızın hatırlıyor bazen.
Son günlerde internet ortamında dolaşan Kabeci fotoğrafı çağrıştırdı bana ne hikmetse Sakaryalıyı.
***
Kâbe toprağı satmak mı insafsız, yoksa seyyar Kâbecilik mi daha ahlaksız?
İmdi zaten işsizlik başımıza bela, boynumuzda tasma, ayağımızda pranga!
Hani şeytan diyor ki “Ne duruyorsun sen de yapsana!”
Adam seyyar Kâbe yapmış it ayağı yemiş gibi il il, ilçe ilçe dolaşıyor.
Sıra Adıyaman’a gelmiş.
Ula hani Cenabı Hak böylelerinin müstahakkını verirdi?
Bunların ne diye vermemiş?
Belki de verecek, kim bilir. Onların müstahakkını ne vakit vereceği belli değil.
Verip vermeyeceği dahi bu fakrin bu cahillikle aklının alacağı işlerden heç değil!
Amma bizi sabırla sınadığı kesin.
*
Ey okur, mesele senin için sadece para kazanmaksa, özellikle bu zamanda
Kabe toprağı satmak mı, Kabecilik yapmak mı daha karlı iyice bir düşün…
***
İmdii..
Sakaryalı bize esin kaynağı olmuş demek ki!
Bakın ne herzelerle iştigal etmişim o vakitler.
Cehaletin şahikasında dökülmüş dudaklarımızın arasından sözcükler.
“İman yolunda.”
Bir zamanlar dostlar ben
İman yoluna başkoymuşken
Üstat ararken çattık çırağa
İrşat ararken düştük batağa
Baş sokacak bir hane ararken
Billahi çulu serdik sokağa
Alev vermek isterken imana
düşünce imansız bir imama
kaçırdık olan imanı da elden
Mü’min olmaya başkoymuşken.”
***
El Hak.
Maziyi biraz kurcaladım. Benim Sakaryalı vakıası 1980 li yılların ilk demlerinde olmuş. Arşivde rastladığım fotoğraf karesinden edindiğim bilgiye göre 2017 senesinin sonlarında da Kâbecilik peyda olmuş. Şimdilerde ise hala daha muteber mesleklerdenmiş!
***
İnanın bu haller sadece bize özgü değil.
Musevi’si; Hahamdan,
İsevi’si; Papazdan
Müslümanı ise ne çektiyse çekti
Sofiden, Molladan, Hacıdan, Hoca’dan.
İmdi halimizi, ahvalimizi düşünün ve becerebilirseniz kalın sağlıcaklan.
Azim ve Karar, 26.03.2025