FARKI FARK ETMEYENLER
27 Mayıs 1960, Demokrat Parti’nin demokrasiye yaptığı sivil darbeye karşı Türk Silahlı Kuvvetleri’nin demokrasiyi korumak için gerçekleştirdiği bir askeri harekâttır, ihtilâldir. 27 Mayıs 1960, getirdiği özgürlük ortamıyla, yeni kurumlarıyla ve özellikle 1961 Anayasası’yla devrim niteliğindeki yerini tarih sayfalarına yazdırmıştır.
Bugün bazı kesimler tarafından 27 Mayıs İhtilali, acımasızca ve haksız olarak eleştirilmektedir, demokrasiye vurulan darbe denilmektedir. Ancak her olayı, her olguyu kendi zaman, mekân ve koşullarında ele alarak, değerlendirmek gerekir.
27 Mayıs öncesindeki Meclis Tahkikat Encümeni, tutuklu gazeteciler, öldürülen gençler, Kore’ye asker göndermek, 6-7 Eylül 1955 olayları, vatan cepheleri, kardeş kavgası, ulusal bütünlüğümüzün parçalanması, laiklik dışı eylemlere ödünler verilmesi, yönetimin partizanlaştırılması, büyük ekonomik kriz, hukuk dışı tutum ve davranışlar ile yolsuzluklar gündeme getirilmiyor ama demokrasiye darbe yapıldı denilerek, yıllardır bir kandırmaca ile uyutulmaktayız. Her şey bir yana hangi demokraside Meclis Tahkikat Encümeni (Meclis Soruşturma Komisyonu) kurularak, ülkedeki bütün askeri ve sivil yargının, savcı ve yargıç yetkilerinin iktidar partisinin 15 milletvekiline verildiği görülmüştür. Kısaca; “kuvvetler ayrımı” yok edilmiştir. Bu 15 milletvekili, muhalefetin ve basının Demokrat Parti aleyhine olan etkinliklerini soruşturacak; her istediği kişiyi hem suçlayacak, hem yargılayacak, hem de mahkûm edecekti. Üstelik verdikleri kararların temyizi bile yoktu.
27 Mayıs 1960 öncesinde Demokrat Partili bazı bakanların günlükleri, olayları daha iyi görmemize, anlamamıza ve günümüzdeki benzerliklere de ışık tutmaktadır.
Demokrat Parti’nin Milli Savunma Bakanı Ethem (Ertekin) Menderes (1899-1992), günlüğüne 8 Kasım 1957 tarihinde şunları yazıyor: “DP grubunun fiskos havasını beğenmiyorum. Dün gece bazı arkadaşlar Cumhurbaşkanı Celal Bayar’a (1883-1986) davetli idi. Bayar, “Tehlikeli vaziyetteyiz, icap ederse diktatörlükle idare edeceğiz” demiş, dinleyenler üzerinde etki olumsuz. Bu hava yavaş yavaş grup içinde yayılıyor; arkadaşlar endişede, tenkit ediyor.”
14 Kasım 1957 tarihinde ise günlüğüne şunları yazıyor: “Celal Bayar’ın Umur teknesinde, bazı arkadaşlarla beraber konuştuk. Bayar ‘icap ederse İsmet Paşa’yı da sehpaya götürmekte hiç tereddüt etmem’ dedi. Korkunç ihtiras. Böyle bir neden hiçbir zaman mevcut olamaz. Bu düşünceler karşılıklı, Başbakanla hangisinden çıkıyor acaba?” 11 Haziran 1958 tarihinde şunları yazıyor: “Başbakan Adnan Menderes, bir milletvekili arkadaşımızın gruptaki konuşması nedeniyle çok ağır konuştu. Başbakanlığı bırakmamak için silaha dahi başvuracağını söyledi. Bir çeşit delilik belirtisi.” Günlüğüne 2 Ekim 1959 tarihinde şunları yazıyor: “Adnan Menderes, Avni Doğan’a (1892-1965), ‘Seçimi kaybedeceğimizi hissedersem Halk Partisi’ni dağıtırım, yine iktidarda kalırım’ demiş. Düşüncesi de bu; ‘Radyo mücadelesiyle Halk Partisi’ni eriteceğim, İsmet Paşa’yı mahvedeceğim’ diyor.”
Ulaştırma Bakanı Şem’i Ergin (1913-1996), günlüğüne 19 Haziran 1959 tarihinde şunları yazıyor: “Cumhurbaşkanı’nın daveti üzerine Çankaya Köşkü’ne gittim. O gün pek iltifat etti. Acaba nedir diye kendi kendime sordum. Biraz sonra iltifatın anlamı ortaya çıktı. Cumhurbaşkanı, ‘Çankaya Köşkü’ndeki Muhafız Alayı TBMM’ye bağlı, Köşk’e bir baskın olduğu zaman bu alay kimden emir alacaktır’ diye sordu. Cumhurbaşkanı olarak doğrudan emir verebilmeli imiş ve alay Meclis’ten ayrılmalı imiş. Bilinen kuşkuların uyku kaçıran sancıları; darbeci hükümet. Sanki her gün, herkes Cumhurbaşkanı’nı nasıl devirebiliriz, nasıl Köşk’e baskın yapabiliriz diye düşünüyor. İşte devlet adamının kafasına bu kuşku girdikten sonra ondan memleket ve millet adına hizmet beklemeye olanak yoktur. Onda artık yalnız ve yalnız sandalyenin korkusu ve endişesi vardır. İşte Cumhurbaşkanı Celal Bayar da kendisini buna kaptırmış durumdadır. Artık düzelmez.”
Meclis Başkanı Refik Koraltan (1889-1974) günlüğüne 1 Şubat 1958 tarihinde şunları yazıyor: “Bu başbakana bir zamandır gurur geldi. Artık dediğim dedik; nerede ise tek adam. Her şeye hakim ve sahip rolüne geçti. Yani geçmişteki çökenlerin hatalı yoluna giriyor. Yüksek düşünceler diye de tehdit savuruyor.” Günlüğüne 3 Şubat 1960 tarihinde şunları yazmış: “Cumhurbaşkanı Celal Bayar geldi. Otomobilde muhalefet partilerinin verdiği soruşturma önergelerinin gündeme alınmamasını istedi; bu durum TBMM gibi denetleme organını manen bitiriyor. Yok yere ısrar artık kendini savunma olmaktan çıkan bir iş haline geldi. ‘Ben çok zor durumdayım’ dedim; ‘Bunda ne var, bir süre daha kalsın’ gibi yüzeysel bir yanıtta bulundu.”
18 Nisan 1960 tarihinde ise şunları yazmış: “Cumhurbaşkanı 4 Nisan’dan bu yana her gün; gerek sathı vatanda ve gerekse basında artan tahrik ve bozgunculuk ile bunalan ve adeta tehlikeli bir durum almaya başlayan fitne ve fesattan çok endişeli olduğunu, hükümetin en şiddetli önlemleri almasını söylüyor. Aslında öteden beri bu şahıs hep böyledir. Ne yazık ki iş çığırından çıkmış, doğru yanlış tezgâha konmuştur. Gazeteci Ahmet Emin Yalman’ın (1888-1972) hapishaneye girmeden affını söylemiş ve Bayar’a adeta birçok kez söylemiştim. Hayır, dedi. Başvekili de doldurdu.”
22 Mayıs 1960 tarihinde Demokrat Parti’nin son Bakanlar Kurulu toplantısı yapıldı. Gündemde İstanbul ve Ankara’daki sıkıyönetimin tüm yurdu kapsaması ve TBMM Tahkikat Komisyonu Encümeni’nin raporu vardı. Bu toplantıda Koordinasyon Bakanı Abdullah Aker (1905-1977) tüm konuşmaları bir bir not almıştır:
Ticaret Bakanı Hayrettin Erkmen (1900-1975): “Sokak olayları hükümet içinde bile endişe yaratmaktadır. Üç subayın bile katılması bizi düşündürürken, üzerine bir de Harbiye öğrencilerinin böyle bir olaya katılması oldukça önemlidir. Başlangıçta ilgisiz görünen halk şimdi alakalı görünüyor. Sıkıyönetim fonksiyonu itibarıyla tatmin edici görünmüyor. Ama olaya neden olanların cezalandırılması çok önemlidir.”
Devlet Bakanı İzzet Akçal (1906-1987): “Bunları mutlaka cezalandırmak gereklidir. Bu tür etkili önlemler alınmazsa olaylar devam edecektir. Cumhurbaşkanımızın bildirdiği gibi Harbiye öğrencileri hemen tutuklanmalı ve mahkemeye sevk edilmelidir.”
Dışişleri Bakanı Fatin Rüştü Zorlu (1910-1961): “Biz sokakta hasta birileriyle uğraşıyoruz. Gazetecilerin kötülüğü vardır; orada gördüğü 200 kişiyi 1000’den fazla yapıyor. Gazete kapatıyoruz, peki yarın? Tek çare vardır; Halk Partisi’ni kapatmak ve bütün milletvekillerini tutuklamaktır.”
Bayındırlık Bakanı Tevfik İleri (1911-1961): “Bu raporu mutlaka kullanmak mecburiyetindeyiz. Bu raporu meydana çıkarmadan seçime gitme taraftarı değilim. Böylesine seçime gidersek bu hava içinde sandık başına müşahit bulamayacağız. Seçim yoluyla iktidarı CHP’nin eline vermiş oluruz. Bunlardan hesap sorabilir miyiz, soramaz mıyız? Komitecilerden soramazsak kendimizden şüphe ederiz. Fatin Rüştü’ye katılıyorum; her sahada kuvvetle olur. Yoksa bu korku içinde hükümeti idare edemeyiz.”
Çalışma Bakanı Haluk Şaman (1911-1986): “Bu raporu vicdanlı, anlayışlı bir mahkeme tarafından suçluların mahkûm edileceklerine emin olduktan sonra yayınlayalım. Bu raporun suçluları beraat edecekse bu bizim için ağır olur. Şahısların ceza görmeleri şarttır.”
Maliye Bakanı Hasan Polatkan (1915-1961): “Raporu hemen yayınlayalım. Çok rica ediyorum Milli Savunma Bakanı arkadaşımızdan, basın hürriyet karşıtı, önlem alınsın.”
Başbakan Adnan Menderes (1899-1961): “Biz bunları iki dakikada cezalandırma yoluna giderdik. Ama askeri, halkın huzurunda dövdürmek istemedik. Şimdi neticede bundan sonra ne olacak onu düşünelim. Bu işin içinden nasıl çıkalım? Soruşturma raporu yarın Meclis’e gelecek, müzakeresi yapılacak, kabul olunacak. Raporda istenilen cezalar için ne yapacağız? Biz nerelerde tertiplendiğini yakaladık. Üç yerde yirmişerlik ekip birbirinden habersiz çalışıyor. Biz yerlerini bulduk, yarın tutuklanacak. Bunlar bir merkezden idare ediliyor. Yedek subay ve Harbiye de buradan dağılıp gidecektir. Bu raporda birtakım telefon konuşmaları vardır. Bunlar orijinal sesleriyle teybe alınmıştır. Bu Halk Partisi’nin nasıl bir yolda çalışmakta bulunduğunu açıklamaktadır.”
Bugünlerde demokrasi havarisi olarak sunulan, meydanlarda alkışlattırılan Nazlı Ilıcak, 16 Eylül 1980 tarihinde Tercüman Gazetesi’nde şunları yazmıştı: “12 Eylül Harekâtı ile 27 Mayıs’ın mukayesesi yapılıyor ve hemen herkes birincisinin üstünlüğünü ortaya koyuyor. Biz bu konuda tarafsız olamayız. Çünkü 27 Mayıs mensup bulunduğumuz Demokrat Parti camiasına karşıydı. Hâlbuki 12 Eylül’de açıklanan hedeflerle, yıllardır bizim yazdıklarımız arasında geniş bir mutabakat mevcuttur.”
CHP Grup Başkanvekili Engin Altay, 27 Mayıs 2021 tarihinde TBMM’de basın toplantısı düzenledi. Konuşmasından öne çıkanlar şöyle: “27 Mayıs 1960 tarihi, demokrasi tarihimizin en kara günüdür, en utandığımız gündür, en ayıplı gündür. Türkiye Cumhuriyeti’nin bekası bakımından da kötülüklerin miladıdır. Türkiye’nin, demokrasinin, insanların temel hak ve özgürlüklerinin geri bırakılmasının, gasp edilmesinin, köreltilmesinin de miladıdır. Bugünün bir ayrı anlamı da şudur: Yüce Meclis’in çatısı altındayız. Adnan Menderes Başbakan, Fatin Rüştü Zorlu Dışişleri Bakanı, Hasan Polatkan Maliye Bakanı. Bu insanlar idam edildiler, asıldılar. Ne uğruna? Kimse bilmiyor. Hangi gerekçeyle? Kimse bilmiyor. Bunun siyasi penceresi, baktığı perspektif, görüşü ne olursa olsun, hiçbir insan tarafından, demokrasiyi benimsemiş hiçbir insan tarafından kabul edilmesi mümkün değildir. 27 Mayıs 1960, büyüyen, gelişen, güçlü Türkiye’nin önünde kurulmuş ilk ve en büyük tuzaktır.”
Bu bilgisizlikle, bu bilinçsizlikle ve bu şarlatanlıkla altı dönem milletvekili olabilirsiniz ama toplumda yer tutamazsınız, unutulup gidersiniz. Çünkü biat kültüründen böyle bir vekil çıkar; tezekten ev bu kadar yapılır. Bunlara çakma Atatürkçü adı verilmektedir çünkü Atatürk ilke ve devrimlerini benimsemeden Atatürk’le toplumu kandırmaktadırlar.
Böyleleri utanmadan her 24 Ocak’ta Uğur Mumcu’yu anarlar ama Mumcu’nun şu sözünü duymazdan gelirler: “Biz sapına kadar Kemalist ve sapına kadar 27 Mayıs’çıyız. Atatürk’ü ve 27 Mayıs Devrimi’ni savunmak, devrimci aydının namus borcudur. Atatürkçü ve 27 Mayıs’çı olmayan bir devrimciyle alışverişimiz yoktur.”
61 yıl sonra 27 Mayıs 1960 İhtilali için karanlık insanlarla, aydın insan taklitleri darbe söyleminde birleşmektedirler. Günümüzde halen 27 Mayıs 1960 Devrimi’nin farkını fark etmeyenler için söylenecek söz yoktur. Basit mantıkla 27 Mayıs 1960 Devrimi ile 12 Mart 1971 muhtırasını ve 12 Eylül 1980 darbesini aynı kefeye koyan kafalar, sivil darbenin gizli ya da açık destekçileridir. 27 Mayıs Devrimi için darbe demek, emperyalizmin güdümüne girmek, sözcülüğüne soyunmaktır. Ne denirse densin tarihe kalan tüm hikâyelerde 27 Mayıs Devrimi’nin anısı ışıl ışıl parlayacaktır.
Azim ve Karar, 31 Mayıs 2021.