YENİDEN ÖZERK ÜNİVERSİTE (*)
Suay Karaman
Değerli katılımcılar, Adalet ve Demokrasi Haftası olarak adlandırılan 24-31 Ocak arasında başta Uğur Mumcu ve Muammer Aksoy olmak üzere yitirdiğimiz tüm yurtsever aydınlarımızı her yıl anmaktayız. Yitirdiğimiz tüm değerlerimizin huzur içinde yatarak, bıraktıkları eserlerle bizleri aydınlattıklarını bilerek, hepinizi dostlukla selamlayarak sözlerime başlıyorum.
6-10 Eylül 1988 tarihlerinde Peru’nun başkenti Lima’da toplanan Dünya Üniversiteler Servisi (World Universities Service-WUS), üniversite ve akademik kuruluşların, insanların ekonomik, sosyal, kültürel, temel ve politik haklarının yaşama geçirilmesini takip etmekle yükümlü olduklarını kabul ederek, Yükseköğretim Kurumlarının Özerkliği ve Akademik Özgürlük Üzerine Lima Bildirgesi’ni hazırlamıştır. 19 maddeden oluşan Lima Bildirgesi, tüm dünyada üniversitelerin idari, mali ve bilimsel özerkliği konusunda referans olarak kabul edilmektedir.
Lima Bildirgesi’ne göre, her insan eğitim hakkına sahiptir ve eğitim, toplumsal eşitlik, barış, tüm ulusların eşit gelişimi ve çevrenin korunması gibi çağdaş toplumların ana hedeflerinin kavranmasında ve bunlara ulaşılmasında bir araçtır. Her devlet, eğitim hakkını güvence altına almalıdır. Tüm yükseköğretim kurumları, kişilerin ekonomik, sosyal, kültürel, temel ve politik haklarının gerçekleşmesini gözetir, bilim ve teknolojinin bu hakları zedeleyecek biçimde kötüye kullanılmasını önlemek için çaba gösterir. Tüm yükseköğretim kurumları ilgilerini toplumun karşı karşıya bulunduğu çağdaş sorunlara yöneltirler. Devletler, yükseköğretim kurumlarının özerkliğine müdahale etmemekle yükümlü oldukları gibi, toplumdaki diğer güçlerin müdahalelerini de önlemelidirler.
Akademik özgürlük, üniversitelerin üstlendikleri eğitim, araştırma, yönetim ve hizmet işlevleri için vazgeçilmez bir ön koşuldur. Akademik özgürlük, akademik topluluk üyelerinin araştırma, inceleme, tartışma, belgeleme, üretme, yaratma, öğretme, anlatma ve yazma yoluyla bilginin geliştirilmesi ve iletilmesi için özgür olmaları anlamına gelmektedir. Akademik topluluk üyeleri, herhangi bir ayrım yapılmaksızın, devletten ya da herhangi başka bir kaynaktan gelebilecek müdahalelere karşı baskı endişesini taşımadan işlevlerini yerine getirme hakkına sahiptir.
Akademik özerklik ise yüksek öğretim kurumlarının iç işleyişlerine, mali işlerine ve yönetimlerine ilişkin kararlar almada ve eğitim, araştırma, dışa yönelik çalışmalar, kaynakların kullanımı ile diğer etkinliklerle ilgili politikaların belirlenmesinde devlet ve toplumun diğer güçleri karşısındaki bağımsızlıkları anlamına gelmektedir. Akademik özgürlükten gerektiği gibi yararlanmak ve Lima Bildirgesi’ndeki maddelerdeki yükümlülüklere uymak, yüksek öğretim kurumlarının üst düzeyde özerkliğe sahip olmasını gerektirir.
Şunu anımsatmakta yarar var; bu tanımlar, akademik özgürlüğün ve özerkliğin hiçbir kısıtlamaya tabi olmadıkları anlamına gelmez. Akademik ahlaka, bilimsel normlara, ulusal bütünlüğe ve çıkarlara zarar verecek bir akademik özgürlük ve özerklik anlayışı kabul edilemez.
Cumhuriyet yönetimi, eski tüzükle yönetilen darülfünunu Cumhuriyet Devrimlerine uygun bir şekle getirerek, 1 Nisan 1924 tarihinde 493 sayılı yasayla İstanbul Darülfünununu kurmuştur. İstanbul Darülfünunu, genç cumhuriyet yöneticilerinin beklediği iyileşmeye, gelişmeye ve ilerlemeye ulaşamadığı gibi, yapılan pek çok devrime ya sessiz kalmış ya da karşı çıkmıştır. Bu yüzden eğitim alanında köklü değişiklikler yapılarak, 1 Ağustos 1933 tarihinde İstanbul Üniversitesi kurulmuştur. 1933 Üniversite Devrimi ile yeniden kurulan üniversite, özerk bir yapıya kavuşmamasına karşın belirli dönemlerde atılımlar yaparak, bilimsel niteliğini ve devrimci çizgisini yükseltmiştir.
18 Haziran 1946 tarihinde 4936 sayılı Üniversiteler Kanunu çıkarılarak, üniversiteler hem bilimsel, hem de yönetsel özerkliğe kavuşmuş ve yönetimde katılımcılık ilkesi getirilmiştir. 27 Mayıs 1960 Devriminden sonra 28 Ekim 1960 tarihinde çıkarılan 115 sayılı yasa ile 4936 sayılı Üniversiteler Kanununun bazı maddeleri özerkliği genişletici şekilde değiştirilerek, katılımcı yönetimi ve demokratikleşmeyi arttırıcı nitelikler sağlanmıştır. Üniversitelerin özerk oluşları da, ilk kez 1961 Anayasası’nın 120. maddesinde açık ve net biçimde yazılarak güvence altına alınmıştır. Bu yasa ile birlikte daha demokratik bir yapıya ulaşan üniversiteler, ülke sorunları hakkında çekinmeden görüş bildirmeye başlayan eğitim kurumları haline gelmiştir. 12 Mart 1971 muhtırasının ardından 7 Temmuz 1973 tarihinde, hem antidemokratik, hem demokratik hükümler içeren 1750 sayılı Üniversiteler Kanunu çıkarılmıştır. Antidemokratik hükümler Anayasa Mahkemesi tarafından iptal edilince, önceki yasalara göre daha özgürlükçü yasa konumuna gelmiştir.
Üniversitelerle ilgili olarak 1933, 1946, 1960 ve 1973 yılında çıkarılan ve hepsinin adı “Üniversiteler Kanunu” olan yasa, 1981 yılında Yüksek Öğretim Kanunu (YÖK) olarak değiştirilmiştir. 12 Eylül darbesinin 6 Kasım 1981 tarihinde çıkardığı 2547 sayılı yeni yasa ile kurduğu YÖK kurumuyla birlikte çağdaş ve özerk üniversite yok edildi. YÖK yasasıyla birlikte üniversitelerde toplu tasfiyeler başlamış, öğrencilere disiplin cezaları verilmiştir. Özerklik tamamen ortadan kaldırılmış, yöneticiler atamayla gelmiştir. Üniversite harçları arttırılmış ve eğitimin özelleştirilmesinin yolu açılmıştır. Okutulacak dersleri ve programları YÖK belirlemiş, sakıncalı bulduğu kitaplara yasak getirmiştir. Üniversitelerde suskunluk ve korku hüküm sürmeye başlamıştır. YÖK, her türlü eleştiriye karşın 41 yıldır üniversitelerimizin üzerinde balyoz gibi durmaktadır. Zaman içinde yasanın birçok maddesi değiştirilmiştir ama yine de, yasanın üniversiteler üzerindeki baskıcı havası kırılamamıştır.
YÖK’ün kurucusu ve 1981-1992 yılları arasında onbir yıl boyunca YÖK başkanı olarak görev yapan Prof. Dr. İhsan Doğramacı döneminde üniversiteler açık açık doğranmıştır. Doğramacı’nın despot yönetim anlayışı, üniversiteleri iyice suskun hale getirmiştir, 1402 sayılı yasa gerekçe gösterilerek yüzlerce ilerici akademisyenin görevine son verilmiştir. İhsan Doğramacı, üniversitelerden özgür düşünceyi kovmak için pek çok şey yapmış, bilimden ve aydınlanmadan yana olan herşeye savaş açmıştır. İstediği kişilerin, sahte jüri kurarak doçent olmasını bile sağlamıştır. Bir devlet kurumunun başındaki kişi olarak, Bilkent Üniversitesi adıyla ilk özel üniversiteyi kurarak, eğitimin piyasalaşması adına önemli bir adım atılmıştır.
Bunca yıldır hiçbir siyasi iktidar, YÖK’ü değiştirmeye ya da kaldırmaya yanaşmamış, bu olumsuzlukları kendi çıkarları için kullanmaktan çekinmemişlerdir. YÖK’ü kaldıracağını ya da değiştireceğini söyleyen hükümetler, sisteme uyarak, zamanla YÖK’ü de kendilerine bağımlı duruma getirmişlerdir. Günümüzde uzmanlık alanının dışında ders veren, bilgisiz ve yetersiz birçok akademisyenlerin olduğu YÖK üniversitelerinde, sahte diplomaların ve unvanların uçuştuğu, merkezi sınavlarda sahtekârlıkların yapıldığı, bilimin nasıl yok ed ildiği, tüm değerlerin para ile ölçüldüğü bir ortamda öğrencilerin bilgi ve kültür düzeylerinin en alt seviyelerde yetiştirildiği tüm açıklığıyla görülmektedir. Aile şirketi gibi olan üniversiteler bile vardır; ailenin tüm bireyleri aynı üniversitede akademisyen olarak ya da idari kadrolarda görev yapmaktadırlar. Özellikle 2002 yılından sonra üniversitelerde liyakat yerine, din temeline dayanan atamalar yapılmış, laik ve bilimsel eğitim yara almaya başlamıştır.
Bugün ülkemizde hukuk yok edilirken hukuk fakültelerinden ses çıkmamaktadır. Yapılan anayasa değişikliklerinde sessiz kalmayı tercih eden akademisyenler, bugünkü durumun sorumluları arasındadır. Gülünç enflasyon hesaplarıyla toplum uyutulurken, iktisat fakülteleri tepki vermemektedir. Mühendisliği hiçe sayan projeler gündeme getirilirken, mühendislik fakülteleri sessizdir. Sanat katledilirken, güzel sanatlar fakültelerinden ve konservatuvarlardan ses duyulmamaktadır. Cinayetler, tecavüzler alıp başını gitmişken, laik ve bilimsel eğitim yerine dine dayalı eğitim yapılırken üniversitelerden ses çıkmamaktadır. Günümüzde akademik özgürlükten ve özerklikten yoksun üniversitelerle bilim yapılmaz, yapılamaz.
YÖK’ün 1982-1987 yılları arasında ODTÜ Rektörü olarak atadığı Prof. Dr. Mehmet Gönlübol (1924-2016), 23 Ocak 1990 tarihinde Milliyet Gazetesi’nde yazdığı “Özgün Değil, Özgür Üniversite” başlıklı makalesinde şu görüşlere yer vermiştir: “Türkiye’de çoğunluk, YÖK gibi bir kurumun varlığına değil, YÖK’ün çalışma biçimine, yaptıklarına veya yapamadıklarına karşıdır. Eğer YÖK sistemi değiştirilmek isteniyorsa, ilk yapılması gereken, sistemi şimdiki keyfi yönetimden kurtarmaktır… YÖK sisteminde üniversitelerde ‘bilim’ ile doğrudan ilgili konular daima ikinci, hatta üçüncü plana itilmiştir… Ülkedeki tüm üniversiteleri ‘okullaştırdıktan’, öğretim üyelerini ders verme makinelerine dönüştürdükten sonra, devlet bütçesinden destekli, ‘sözde özel’ bir üniversiteyle (Bilkent Üniversitesi), bilimin kalitesini yükseltmeye çalışmak, en hafif bir deyişle, kişilerin kaprisine tüm üniversiteleri kurban etmektir.”
YÖK’ün 1982-1987 yılları arasında İTÜ Rektörü olarak atadığı Prof. Dr. Kemal Kafalı (1921-2008), 9 Kasım 1990 tarihinde Milliyet Gazetesi’nde yazdığı “Üniversiteler Cezalandırıldı” başlıklı makalesinde şu görüşlere yer vermiştir: “… Sayın Doğramacı şahsen değişik yetenekleri olan enteresan bir insan. Kanaatimce üniversitelerin sevk ve idaresine o getirilmemeliydi. Getirilmiş olması talihsizliktir. Dokuz yıllık YÖK uygulamaları, ülke için, üniversiteler için, geleceğe yönelik bilimsel ve teknolojik gelişmeler için büyük talihsizliktir… Üniversitelerde bir tek özerklik vardır. O da Doğramacı’nın özerkliğidir. Bunun dışındakiler, özerkiz diyemezler… YÖK kargaşa getirdi, kalite düşüklüğü getirdi, üniversiteleri, üniversite olmaktan çıkardı, fena meslek yüksek okulları haline getirdi, öğretim üyelerini üniversiteye küstürdü.”
YÖK tarafından ODTÜ ve İTÜ’ye atanan bu iki rektörün söyledikleri çok önemlidir ve gerçekleri olanca açıklıkla gözler önüne sermiştir. Bugün bunları söyleyecek rektör yoktur, akademik personel ise çok az sayıdadır. Günümüzde bilimsel özgürlük ve özerklik farklı şekilde kullanılmaktadır. Üniversite özerkliğinin ne olduğunu bilmeyen akademisyenler topluluğu için akademik özgürlük cumhuriyete, laikliğe, çağdaşlığa, bilimselliğe ve Atatürk’e sövme şeklinde geliştirilmektedir. Şimdi bazı örnekler verelim:
Trakya Üniversitesi İlahiyat Fakültesi öğretim üyelerinden çocuk pornosu arşivlediği ortaya çıkarılan Prof. Dr. Hüseyin Sarıoğlu’nun, yabancı dergilerde tek bir yayını olmadan Türkiye Bilimler Akademisi (TÜBA) üyeliğine atandı.
Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi emekli öğretim üyelerinden Prof. Dr. Hayrettin Karaman “oruç tutmayan, namaz kılmayan memur olmasın” demektedir.
Isparta Süleyman Demirel Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dekan Vekili Prof. Dr. Rifat Okudan: “insanın cinsel ilişki sırasında “şeyhini” düşünmesi durumunda, şeyhin güzel ahlakının bereketinin doğacak çocuğa geçeceğini savunan bir makaleyi Tasavvuf adlı derginin Haziran 2003 tarihli 10. sayısında yazmıştır.
İlahiyatçı ve hukukçu Sakarya Üniversitesi İlahiyat Fakültesinden emekli Prof. Dr. Cevat Akşit’in bir televizyon kanalında “seks” ile ilgili konuşması şöyleydi: “Cinsel münasebet esnasında afedersiniz eşeklerin yaptığı gibi tamamen soyunmayın. Çünkü orada melekler vardır, siz soyunursanız melekler dışarıya çıkar, şeytan da odada tek kalır ve oluşacak çocukta şeytanın nasibi olur.”
Sebahattin Zaim Üniversitesi Rektör Yardımcısı Prof. Dr. Bülent Arı, okuma oranı arttıkça, üzüntüsünün de arttığını söyleyerek, cahil ve okumamış halka daha çok güvendiğini belirtmiştir.
12 Haziran 2016 günü TRT 1 televizyonunda Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi öğretim üyelerinden, Prof. Dr. Mustafa Aşkar, ‘namazı hayvanlar kılmaz, namaz kılmayan hayvandır’ dedi..
Yalova Üniversitesi İslami İlimler Fakültesi öğretim üyesi Yard. Doç. Dr. Ebubekir Sifil, deve idrarının şifalı olduğunu bildirmektedir. Ancak, sadece damızlığa çekilen deve idrarının tüketilmesi gerektiğini söylemektedir. Bundan başka 2019 yılındaki bir videosu sosyal medyada gündeme gelmişti; bu videoda “namaz kılmayan azarlanır, dövülür, devam ederse öldürülebilir” diyordu.
28 Şubat 2009 tarihinde Habername internet sitesinden bir alıntıdan söz etmek istiyorum. Selçuk Üniversitesi İlahiyat Fakültesi İslam Hukuku Öğretim Üyesi Prof. Dr. Orhan Çeker; “Müzik için haram diyemeyiz ama helâl de diyemeyiz. İçeriği İslâm’a uygun olmalıdır. Ama kadın sesi içeren müzik kesinlikle caiz değildir.” Daha sonra Necmettin Erbakan Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’ne geçen Prof. Dr. Orhan Çeker’in söylemleri insanın kanını donduracak niteliktedir: “Kadın yüzünü de kapamalı, Kadının evden çıkması caiz değil, Saç boyama caiz değil, Parfümlüye cennet haram, Dekolte giyinen, tahrik eden kadının tecavüze uğraması sürpriz değil.”
Uludağ Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Hamdi Döndüren; “Çalgı aletleri, bunları çalmak, satmak ya da şarkı söylemekten para kazanmak, nefsi azdıran, örneğin diri bir kadının ya da şarabın heyecan verici niteliklerini anlatan şarkılar (çalgısız dahi olsa) caiz değildir diyor”.
Dokuz Eylül Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Felsefe ve Din Bilimleri Bölümü Mantık Anabilim Dalı Başkanı İbrahim Emiroğlu, 22 Kasım 2018 tarihinde Güzelbahçe Müftülüğü tarafından düzenlenen ‘Peygamberimiz ve Gençlik” adlı konferansta çocukların evlenebileceğini, kızların âdet görmesinin tedavi edilmesi gerektiğini, laikliğin de en büyük tehlike olduğunu savundu. Kızlar âdet olur, âdet olmak bir hastalıktır ve mutlaka tedavi olmaları gerekir. 15 yaşındaki kızlar evlenebilir. Kızlar tesettüre girsinler, edepli olsunlar’ -‘Laiklik en büyük tehlikedir’ gibi ifadeler kullanılmıştır.
İstanbul Medipol Üniversitesi, Hukuk Fakültesi’nden Doç. Dr. Selman Öğüt’ün en büyük özelliği Atatürk’ten nefret etmesidir. Sürekli şunu söylüyor: “Bu ülkede Kemalistler ezanı Türkçe okuttu.” Ezan Türkiye’de Türkçe okunabilir tıpkı İran’da Farsça okunduğu gibi. Türkçe ezana karşı çıkanlar, buna karşılık İstiklal Marşı’nı Arapça okutuyorlar.
İstanbul Üniversitesi Deniz Bilimleri Fakültesi öğretim üyesi Dr. Yavuz Örnek, Kanal İstanbul’un ÇED raporuna danışman yapılmış. Bu akademisyen TRT’de katıldığı bir programda şunları söylemişti: “Hz. Nuh döllenmiş bir dişi ve bir erkek yumurta sipariş etti, hatta o dönemde oğlu ile cep telefonuyla görüşüyordu. Nuhun Gemisi nükleer enerji ile çalışıyormuş ve İnsansız Hava Aracı kullanılıyormuş..”
Yıldız Teknik Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi İnsan ve Toplum Bilimleri Bölümü öğretim üyelerinden Prof. Dr. Bedri Gençer, kişisel sosyal medya hesabından yaptığı paylaşım ile 24 Ocak 2020 Cuma akşamı Elazığ depreminin nedenini çocuk yaştaki evliliklerinin yasaklanmasına bağladı. Kılık, kıyafeti bile bir akademisyene yakışmayan bu kişi, katıldığı bir seminerde boşanan kadınların ‘hafif kadınlar’ olduğu imasında bulunmuştu.
Sakarya Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümü’nden Prof. Dr. Ebubekir Sofuoğlu, 22 Şubat 2018 tarihinde Kütahya Belediyesi tarafından düzenlenen “Vefatının 100. Yılında Ulu Hakan 2. Abdülhamid Han” adlı konferansta şunları söyledi: “Google’ı kullanan, ilk icat eden Sultan Abdülhamid Han’dır. Gidemiyor, ulaşım imkanları yok, gitse sorun olacak payitahtta. Ne yapıyor; fotoğrafını çektiriyor, izliyor. Oradan bir şey üretiyor. Google’ın ilk mucidi bu anlamda Sultan Abdülhamid Han’dır.”
Bu Prof. Dr. Ebubekir Sofuoğlu,16 Aralık 2020 günü Akit Tv’de katıldığı programda şunları söyledi: “üniversite ve apartlar fuhuş yuvasına döndü” dedi. 23 Eylül 2016 tarihinde Haber Türk televizyonunda katıldığı bir programda, “Ebu Bekir el Bağdadi (1971-2019) ile Atatürk aynı kefededir tarih önünde.” demiştir. Ebu Bekir el Bağdadi, kendisini İslam halifesi ilan eden ve terör örgütü İŞİD’in kurucusudur. Aynı programda “İsviçre medeni kanununu ülkeye getiren kişi (Atatürk) milli midir değil midir cevabı size bırakıyorum” demiştir. Esasında Fetöcü olan bu ve benzer kişiler, 15 Temmuz sonrası can havliyle ‘reisçi’ görünmek için ‘ne iş olursa yaparım’ diyen tipik bir Fetö davranışı sergilemektedir.
Karabük Üniversitesi, demiryollarına katkılarından dolayı Padişah Abdülhamid’e “onursal doktora” vermişti. Şimdi dünyanın en büyük 500 üniversitesi arasında neden yokuz diyorlar ya, bu gidişle en büyük 5500 üniversite arasına bile giremeyiz.
Yukarıda örnekler verdiğimiz akademisyenlere ve benzerlerine sorsanız ne akademik özgürlükten, ne de üniversite özerkliğinden haberleri yoktur. Böyleleri için özgürlük, cumhuriyetimize ve değerlerine saldırmak ve para kazanmaktır.
Üniversite, gençlere sadece bilgi veren yer değil, yaşamda davranış yolunu bulmaya çalıştıran, bunun için de düşünme alışkanlığı veren yerdir. Bu ise üniversitelerin akademik özgürlüğünden ve özerkliğinden geçer. Akademik özgürlüğün ve üniversite özerkliğinin olduğu üniversiteler, aydınlık ve çağdaş fikirleri özümseyen yurtsever akademisyenlerle aydınlanacak, gelişecektir. Bizim ülkemizde Atatürk’ün ilke ve devrimleri yolumuzu aydınlatacaktır. Özgür ve özerk üniversitelerde, aydınlık, çağdaş, laik ve bilimsel eğitimin yapıldığı günlerde buluşmak üzere tüm katılanlara teşekkür ediyor, saygılarımı sunuyorum.
Azim ve Karar, 30 Ocak 2023.
(*): 30. Adalet ve Demokrasi Haftası çerçevesinde 25 Ocak 2023 tarihinde TÜMÖD’ün düzenlediği “Yeniden Özerk Üniversite” adlı etkinlik konuşması.