VATANDAŞ NEDEN KURBANLIK DERDİNDE ya da GERÇEK KURBAN KİM?
Mustafa Kaymakçı
Kırmızı et fiyatlarında olağan üstü artışlar yaşanıyor ve bir de Kurban Bayramı gelince yurttaşlarımız kurbanlık hayvana erişemiyor.
Türkiye,1980 yıllardan itibaren kırmızı et açığını gidermek için sürekli olarak AB ülkeleri dahil birçok ülkeden damızlık hayvan ve karkas et ithal ediyor. Dışalım ile karkas et fiyatlarında artışı önlemek olası oldu mu?
Ortaya çıkan sorunun temeli neo-liberal politikalardan kaynaklanıyor.
Neo-liberal politikalar hayvancılığa nasıl yansıtıldı?
Kırmızı et ve süt üretiminin artışı için özellikle 1980’li yıllardan sonra kurulan denklem: “Türkiye Hayvancılığı =Sığırcılık +Tavukçuluk” şeklinde oldu.
Denklem böyle kurulunca, sığır ve tavuk türü öne çıkarıldı. Şirketleşmeler önerildi. Bunun nedeni şuydu; Dünya’da çok güçlü sığırcılık ve tavukçuluk lobileri, daha doğrusu küresel tekelci şirketler vardı ve bunlar damızlık dahil her türlü girdileri, Dünya Bankası’nın sağladığı desteklerle Türkiye’yi bir pazar durumuna getirmek istiyorlardı. Tekelci şirketlerin amaçları, içerideki işbirlikçileri de devreye sokularak gerçekleştirildi ve koyun ve keçi yetiştiriciliği unutuldu.
Bu doğrultuda, merkez ülkelerin denetimindeki Dünya Bankası gibi örgütler aracılığıyla “Sizin süte ve kırmızı ete ihtiyacınız var “diye uzun süre ödemeli ve düşük faizlerle kaynaklar aktarıldı. Kaynak verildi, ancak “Sığırlarımızı alın” dediler. Türkiye’de başlatılan sığır ithali, günümüzde de devam ediyor. Bununla birlikte sığır yetiştiriciliğine ağırlık verilen bir hayvancılık politikası istenilen sonucu vermedi.
“Sığır ve tavuk yetiştiriciliğinin geliştirilmesi için olağanüstü destekler sağlandı” dedim. Burada yanlış anlamalara meydan vermemek için şunu söylemek gerekiyor. Elbette sığır ve tavuk yetiştiriciliğine desteklemeler gerekiyordu, ancak onlar desteklenirken koyunun ve keçinin hiç dikkate alınmaması, en azından aymazlık oldu.
Diğer yandan bu türler için önerilen üretim sistemleri ve işletme büyüklükleri de Türkiye için uygun modeller olmadı.
İleri sürülen üretim modeli ise 2000–3000 başlık dev işletmelerin kurulmasını şeklinde ortaya çıktı..
Türkiye’deki sığırcılık işletmelerinin neredeyse yüzde 90’ında sığır sayısı 20 başın altında. İşletmelerde ortalama sığır sayısı ise en fazla 9 baş. Buradan şu ortaya çıkıyor; Birincisi, et ve süt üretimi, büyük ölçüde küçük ve orta ölçekli işletmelerden sağlanıyor. İkincisi, bu işletmeler tarımdaki işgücünün neredeyse tümünü barındırıyor.
Oysa bırakınız Türkiye gerçeğini Avrupa’da bile Dev sığırcılık işletmeleri egemen değildi. AB’de, sığırcılık işletmelerinin yüzde 25’inde sığır sayısı 30–40 baş ve yüzde 30’unda da 50–99 baş arasında değişiyor
Kısaca Türkiye tarım işletmelerinin büyük bir çoğunluğu, küçük ve orta ölçekli işletmelerdi. Ancak bunların nerdeyse hiç desteklenmemeleri nedeniyle nüfus başına hayvan sayısı; sığır sayısının yanında özelde koyun ve keçide fazlasıyla azaldı.
Bunlara ek olarak, Güneydoğu ve Doğu Anadolu Bölgelerinde terör eylemleri ve kaçak hayvan girişleri özellikle koyunculuğu olumsuz olarak etkiledi.
Bunların dışında kentlerdeki tüketicilerin kimileri koyun ve keçi etinden, olumsuz ancak kasıtlı söylentiler nedeniyle kaçar oldu. Sonuçta koyun sayısı önce hızla azaldı, sonra biraz artış gösterdi. Ancak nüfus başına düşen koyun sayısı açısından rakamlar karşılaştırıldığında 40 yıl önce nüfus başına 1 koyun düşerken günümüzde bu sayı nerdeyse 3 kişiye 1 koyun durumuna düştü. Keçi sayısında azalma daha vahim.
Ancak bu durum, Türkiye kırmızı et tüketiminde alarm zillerinin çalmasını neden oldu. Dışarıdan sürekli sığır, koyun, karkas ve de süt tozu geldiği halde fiyatlar aşırı yükseldi. Türk halkı sağlıklı beslenmeden uzak duruma geldi.
Tüketici bu durumda iken hayvan yetiştiricisi de yukarıda değinildiği üzere para kazanamadığı için kırsal kesime göç etti.
Tarımda da ortaya çıkan bu durum, neo-liberal politikaların sonucu değil mi?
Sözgelişi, özelleştirmeler ile, devletin piyasa malları üretimi, piyasayı düzenlemede kural koyucu işlevi ve sosyal devletle ilgili kamu hizmetleri gibi başlıca üç müdahale alanından çekilmesi gerçekleştirilmedi mi?
Böylelikle, tekelci sermayeye yeni kar alanları açılmadı mı? Devlet, sosyal niteliğinden uzaklaştırılarak, devlet-yurttaş ilişkisi yerine tüketici ilişkisi oluşturularak yurttaşın devletle bağı, en alt düzeye indirilmedi mi?
Emperyal sisteme dokunmayınca iç ve dış sömürüye karşı çıkmak olası mı?
Yazımı bitirirken sağlık alanında herkesin duyduğu büyük bir üzüntüyü de paylaşmak istiyorum.6 Temmuz 2022 günü Türkiye, Konya Şehir Hastanesi’nde yaşanan cinayetle sarsıldı. Annesini kaybeden katil, hastanede kardiyoloji uzmanı Doktor Ekrem Karakaya’yı silahıyla öldürdü. Şiddetle kınıyorum. Sağlıkçılara baş sağlığı diliyorum.
Ancak “ortaya çıkan bu sorunun da kök nedeni olan neo-liberalizmin sağlıkta yansımasını tartışmanın gereği de çoktan gelmiş bulunuyor” diye düşünüyorum. Çünkü bir kamu hizmeti olan sağlık,1980’li yıllardan sonra aşama aşama paralı duruma dönüştürüldü. Son 20 yıl içinde kamu hastanesi sayısı yüzde 16,özel hastane sayısının yüzde 110 arttığı bildiriliyor. Buna karşılık milletin yüzde 95’inden fazlası kamu hastanelerine gidince, günah keçisi arayan kimi ruhen sakatlanmış kişiler, sağlıkta derinleşen sorunların faturasını, doktora, hemşireye ve diğer sağlık çalışanlarına kesmeye yöneldiler . Şimdi sorulması gereken soru şu: Sağlık sorunlarının çözümü için neo-liberal politikalar sürdürülecek mi? Sağlıkta da adalet sağlanacak mı? İktidar ya da iktidara aday olanlar buna yanıt vermek zorunda.
Kurban Bayramınızı kutluyorum.
Azim ve Karar, 8 Temmuz 2022