NEYE YARAR… BASRA HARAP OLDUKTAN SONRA…
Bu ve benzeri felaketler Türkiye’de sürekli olarak ve en ağır şekilde yaşanıyor. Bunlar karşısında hükümetler ne yapar? İki yol vardır:
1) Sayın bakanlar bölgeye teşrif buyurur. Hemen bir inceleme başlatılır. Zarar ve hasar tespiti yapılır. Para, erzak dağıtılır. Afet bölgesi ilan edilir. “Yaralar” sarılır. Bir sonraki felakete kadar görev tamamdır. Bu yol, işin kolayıdır.
2) İkinci yol, felaketleri sürekli gözlem altına almak, araştırmak, ders almak, yeniden olmaması veya olursa, zarar ve kaybı azaltmak için kesintisiz çaba göstermektir. Bu da zor olan, bilimsel-ahlakî yoldur.
Gördüğüm kadarıyla bizim hükümetler işin hep kolayına gidiyor. Uğradığımız diğer felaketleri de hesaba katarak söylüyorum, bilimsel ve ahlaki açıdan gerekli gayreti göstermiyorlar. Neden böyledir? Çünkü “bilimsel-ahlakî” yol; gayret ve alın teri, özveri ister; bilimsel bilgi üretimi, bu bilgiyi uygulama yeteneği, sosyal ahlak ister.
Kolay yol, adı üzerinde, bilim istemez, yüksek ahlak istemez. Siyasetçi ve yöneticinin eğilimi ne ise, yapılan odur: Bilgisizlik, üstünkörü yaklaşım, beceriksizlik, rant arayışı, eşi dost kollama, oy kaygısı… Bundan dolayıdır ki, hiçbir sorun kökten çözülmez, felaketler gittikçe artar, ağırlaşarak sürer gider.
● Bilimsel-ahlakî yolu biraz açalım.
Bilimsel-ahlakî yolun ilk koşulu, doğadaki ‘Sebep/Sonuç bilinci’ne sahip olmak, bu ilişkinin gerektirdiği şekilde düşünmek ve iş yapmaktır. Bu algı çok önemlidir, çünkü kanıtlanmıştır ki sebep-sonuç zincirine göre düşünmeyen, bunun bilgisine dayanarak hareket etmeyen yöneticiler; başa gelen felaketlerin sürdürücüsü ve ağırlaştırıcısı, dolayısıyla birinci sorumlusudur. Sebep-sonuç bilincini bize kazandıran yalnızca pozitif bilimlerdir, yüksek ahlaktır. Atatürk boşuna “Hayatta en gerçek yol gösterici bilimdir” dememiştir. İkincisi, sosyal ahlak esaslarına göre karar vermek, iş yapmak, hizmet etmek gerekir. Sosyal (ulusal ahlak) bir yurttaşın, en az kendisini düşündüğü kadar bir üyesi olduğu milletini, halkını da düşünmesi demektir.
Birey örneğini alalım. İnsan ancak gördüğü modern eğitim, geçmişi boyunca yaşadığı deneyimleri kullanıp bilimsel ve ahlakî olarak değerlendirdiği ölçüde olgunlaşır, başarılı olur. Çünkü olup bitenin sebeplerini fark etmiştir, sonuçlarını görmüş; düşünüş ve davranışlarını, yaptığı işleri, görevlerini bu birikimine göre belirlemiştir. Bir toplumun başına getirilen yöneticiler de böyle olmak zorundadır: Örneğin bir vali, bir belediye başkanı, bir bakan bir olayın oluşumu hakkındaki ya kendi bilimsel bilgilerini kullanıp değerlendirerek ya da uzmanların önerilerine uyarak iyi ve makul kararlar alır, güzel işler yapabilir. Açıktır ki bu başarı, geçmişte olup bitene bilim gözüyle bakarak, sebep-sonuç ilişkilerine uygun davranarak olur. Buna karşılık bilim ve ahlak kaynaklı geçmiş bilinciyle hareket etmeyen yöneticiler yanlış kararlar alır, icraatlar yapar, başarısız olur, büyük felaketlerin önünü açarlar; halkı büyük kayıp ve zararlara uğratırlar. Çünkü dünyada olan her olgu, tüm doğal olaylar değişmez yasalar altında meydana gelir. Gerekli koşullar oluştuğu her defasında, yeniden ortaya çıkar, tekrarlanırlar.
● Bu neden böyledir? Bu determinizmin arkasında ne vardır? Şu yasa vardır: Aynı etkenler bir araya gelince, sonuçlar da aynı olur. Bu, bilimsel bir yasadır ve hem mekân boyutunda hem zaman boyutunda geçerlidir.
Bakın, sorumuzun yanıtını Karadeniz’de yaşanan sel felaketleri örneğinde değerli bir bilim adamımız, Prof. Dr. Naci Görür nasıl veriyor: Her bölgenin kendine özgü doğal drenaj sistemi vardır. Bu sistem bölgenin jeolojik yapısı, topoğrafyası, bitki örtüsü ve yağış rejimi tarafından şekillendirilir. Drenaj sistemi milyonlarca yıl içerisinde gelişir ve çalışır. Bu doğal sistem insan eliyle bozulur, dereler kapatılır, azaltılır veya barajlama suretiyle devre dışı bırakılırsa, sistemdeki bitki örtüsü tahrip edilirse, vadi içlerine bina ve yol yapılırsa, taşkın ovaları yerleşim alanlarına dönüştürülürse, o zaman sistemdeki sel bir afete dönüşür. Onun için sel bölgelerinde yapılacak olan her yapı ciddi bir mühendislik hizmeti almalı ve doğal dengeyi bozmamalıdır. Bizler binlerce yıllık drenaj sisteminin kurallarına uymalı, onu asla bilinçsizce değiştirmeye çalışmamalıyız. Çağdaş ve konforlu yaşam doğayla zıtlaşarak değil uyumla olur.
Bilimsel-ahlakî yol, işte bu ve benzeri öğütlerin dışına çıkmamak, o kuralları uygulamaktan ibaretti. Ama bilgi ve ahlak yoksunu politikacılar ve onların çevresindekiler bunu yapmazlar. Çünkü onların bütün kaygısı; kişisel çıkar, kayırma, rant ve oydan ibarettir.
● Sonuç olarak diyebilirim ki, uluslar pozitif bilimleri kılavuz almayan, ahlaklı davranmayan okumuşları ve yöneticileri eliyle kaybeder. Gerçekler ve yüksek ahlak insan iradesinden üstündür. Toplum açısından en yaşamsal kararlar, asla seçim yoluyla yetki sahibi olan politikacılara bırakılmamalıdır. Bu şahıslara iktidar yolunu açan halkın eğitilmesi ve bilinçlendirilmesi son derecede önemlidir. Halk seçti diye ülkenin kaynakları cehalete ve ahlaksızlığa teslim edilemez. Bu, üzerinde kafa yormamız gereken temel bir sorundur.
Demokrasiyi, “sistem ve rejim” olarak birbirinden ayırmak gerekir. Demokrasi bir ‘sistem’dir. Uygulamaya konunca ‘rejim’ olur. Sistem olarak idealdir, ancak rejim olarak sakıncaları ortaya çıkar. Özellikle cehaletin ve sosyal adaletsizliğin yaygın olduğu ülkelerde “demokrasi” akla gelebilecek en kötü sonuçlara yol açabiliyor. Türkiye’deki uygulanmasıyla, kendinden beklenen faydaların çoğunu sağlayamamakta, büyük zararlara vasıta olmaktadır. Dünyayı yöneten güçler demokrasi, iç ortaklarıyla rejimini kendi çıkarlarının bir aracı olarak kullanıyorlar.
Marifet ‘yaraları sarmak’ değildir, marifet insanların yara almasına olabildiğince meydan vermemektir. Marifet “ufkun ötesini görmek”tir. Neymiş, yangınlardan zarar görenler için şu kadar ödenek ayrılmış. Afet bölgesi ilan edilecekmiş. Esnafın borcu ertelenecekmiş. Kredi açılacakmış. Kül olan evler ve ahırlar yeniden yapılacakmış. Yanan alanlar ağaçlandırılacakmış.
Neye yarar, Basra harap olduktan sonra…
Azim ve Karar, 01.08.2021