MİLLÎ SİYASET OLMAZSA…

MİLLÎ SİYASET OLMAZSA…
30 Mart 2021 20:57
830
A+
A-

Atatürk Ataname’deanlatıyor:

Gerek Osmanlı Devleti’nin gerekse Selçuklu Devleti’nin ve gerek ondan önce gelmiş olan Türk ve İslam devletlerinin yönetim şekillerini inceleyecek olursak görürüz ki, bu devletlerde millet kendi arzu ve emeli için değil, fakat başkalarının arzu ve emeli için hareket etmek zorundaydı.

Örneğin, Osmanlı Devleti’ni, onun en büyük hakanlarından Fatih Sultan Mehmet’in (1432-1481) yönetimini ele alalım. Fatih kendi büyüklüğü ile orantılı azametli bir siyaset izledi. Batı’ya doğru giden geniş bir cephe üzerinde yürüdü. Fakat bu kadar geniş ve azametli bir siyasette başarılı olduktan sonra da yürüyebilmek için, dayanak olabilecek kuvvetli bir iç siyaset, kuvvetli bir iç teşkilat ve özellikle sağlam, esaslı bir iç idare lazımdı. Fetih ve zapt olunan ülkelerin her biri başka ırkta, din ve mezhepte olan millettendi. Fatih dış siyasetinde başarılı olabilmek için bunların hepsini olduğu gibi muhafaza etmek, her birine ayrı ayrı ayrıcalıklar vermek ve her birini kendi fetihlerine iştirak ettirmek çaresini tercih etti ve bunda da başarılı oldu. Onun bu siyaseti şüphe yok ki, kendine özgü bir siyasetti, kişisel bir siyasetti. Fakat bir devlet siyaseti değildi. Özellikle o devleti kuran aslî unsurun, Türklerin, gerçek gönenç ve mutluluğuna yönelik bir siyaset değildi.

Devlet siyaseti olabilmesi için, Fatih’ten sonra da gelenlerin aynı siyaseti yıllarca ve yüzyıllarca aynı program dahilinde takip etmeleri gerekirdi. Devlet siyasetinin bir şahsın beyninden değil, aslî unsurun, yani milletin vicdanından çıkması lazımdı. Böyle değildi ve böyle olmadığı için Fatih’ten sonra gelenler de kendilerine özgü, fakat birbirinden başka başka siyasetler izlediler. Örneğin Yavuz Sultan Selim Batı’yı bıraktı, Doğu’ya yöneldi. Hilafeti eline aldı ve İslam birliği siyaseti uyguladı. Ondan sonra gelen Kanuni Süleyman hem Doğu hem Batı’da seferler yaptı. Bu padişahlar muktedir padişahlardı. Fakat sonra gelenler arasında bunlarla kıyas edilemeyecek düzeyde sultanlar vardı. Bu gibilerin ise, izlediği belli, olumlu, rengi belli hiçbir görüşü yoktu. O halde ne oluyordu? Onlar kendi keyiflerini, kendi arzularını ve hırslarını tatmin edecek şekilde bütün milleti, bütün aslî unsuru arkalarından, sağlarından, sollarından, kuzeye ve güneye sevk etmekle uğraşırlardı. Bunu yapan ne idi? Despot, mutlak idare!…

Osmanlı sultanlarının iç siyaseti dış siyasete uydurmasının Millet üzerindeki sonuçları ne oldu?Bütün harekât ve eylemleri, kendi duyguları ve emelleri üzerine inşa eden Osmanlı hakanları; iç teşkilatlarını dış siyasetlerine uydurmak zorunda kalınca, zapt ettikleri ülkelerde bütün unsurları, dilleri, dinleri, gelenekleri, her şeyi başka başka olan ve birçok milletlerden ibaret bulunan bu unsurları olduğu gibi muhafazaya kalkıştılar ve onlara bütün bu şeyleri muhafaza edebilecek istisnalar, ayrıcalıklar bahşettiler. Buna karşılık aslî unsur, yani Türkler; uzun seferler yapmakla, fetih meydanlarında ölmekle, zapt olunan ülkelerin kendisini ve halkını beslemekle ve onlara bekçilik yapmakla kendi kendini yıkıma götürüyordu. Bu itibarla millet, aslî unsur; kendi evinde, kendi yurdunda ve kendi hakiki yaşamsal araçlarını elde etmek için çalışmaktan tamamen yoksun bir halde bulunuyordu.

Taç sahipleri milleti böyle diyar diyar dolaştırmakla, onlara kendi yurtlarını düşünmeye müsaade etmemekle de yetinmiyorlardı. Belki fetih dairesi içine giren halkı memnun edebilmek için, son yabancıları memnun edebilmek için doğrudan doğruya aslî unsurun, Türklerin hukukundan, yaşamsal ve ekonomik kaynaklarından birçok şeyleri lütuf olarak, hediye olarak onlara bahşediyorlardı. Sevgili milletimiz, yüzyıllar boyunca kendi arzusu hilafında, kendi emelleri ve çıkarları hilafında yönetildi, hiçbir tarihî dönemde yaratılışındaki yeteneği geliştirecek yaşama ve çalışma alanına sahip olamadı. Bu sahip olamamak yüzünden birçok felaketin altında bırakıldı, ezildi, horlandı.

Osmanlı padişahlarının siyaseti, Türk unsurunun yaşamının, toplum yapısının, mutluluğunun gerektirdiği bir siyaset değildi. O, yalnız bu milletin her nasılsa başına geçmiş ve onu nasılsa tahakkümü altına almış kişilerin, kendi ihtiraslarını tatmin için uyguladığı bir siyaset idi. Bundan dolayı şahıslar değiştikçe, şahıslar söndükçe bahis konusu siyaset de sönmüştür. Ancak değişken ve kararsız olan bu siyaset karşısında millet her birini ayrı ayrı elde etmeye çalışarak, kendi kuvvetini, kendi kudretini, her şeyini vermiş ve kendi hayatı ile ve kendi evi ile meşgul olmaya vakit bulamamıştır. Başka bir deyişle, yüzyıllar boyunca Türkiye’yi yönetenler çok şey düşünmüştür, fakat yalnız bir şeyi düşünmemişlerdir: Türkiye’yi, Türk milletini…

Osmanlı Devleti tarihe karıştı. Ondan önceki devletler de tarihe karıştı. Fakat gerek o devletleri gerek Osmanlı Devleti’ni kuran asli unsur, yani Türk milleti, varlığını sürdürdü. Çünkü, asli unsurun, milletin, gerçekte kendisini yöneten hükümet şekliyle, hükümet heyetiyle kesin bir ilgisi yoktu. Dolayısıyla, bunların tamamı mahkûm oldukları gibi son bulmuşlardır. Ancak asli unsurun bir zararı vardır ki, o da böyle birtakım hareketlerin faili olmakla, kendi kendini düşünememeye mahkûm kalmasıdır. Doğal olarak bu zarar, çok büyük bir zarardır.

Sonunda, Dünya Savaşı içinde milletimizde büyük bir uyanış ve saklık belirmeye başladı. Bu savaşa girerken ne olacağı belli değildi. Fakat çok büyük vaatler vardı. Az zamanda çok büyük ve parlak zaferlere erişeceğiz, sanılıyordu. Öyle bir hükümet şekli, öyle bir idare şekli vardı ki, hiç kimsenin o idareye karşı söz hakkı yoktu. Millet girdiği badirenin mahiyetini anlayamazdı, anlayamamakta da mazurdu. Fakat ne vakit ki, ordular kendi ülkemizi, anavatanı, kendi evlerimizi muhafazada gevşeklik gösterip de Galiçya’da, Romanya’da, Makedonya’da, İran’da, Sina çöllerinde erimeye başladı; işte ancak o zaman bir uyanış olabildi.

Demek ki, yeni Türkiye devletinin oluşumundan önce, milletimiz hiçbir zaman kendi tarihine, kendi hayatına, kendi gönenç ve mutluluk araçlarına sahip olamamıştı. Hatta bu, kendisine düşündürülmemişti bile… Sanki milletin görevi; herhangi bir padişahın hırs ve hevesini, herhangi bir serdarın geniş ve gösterişli hayatını temin için sürüler halinde şuraya buraya gitmekten ibaretti. Fakat artık böyle değildir. Artık bütün halkımız, hepimiz benliğimizin idrakindeyiz. Yazgımıza hâkim bulunuyoruz. Tekrar Viyana’ya gitmek, Mısır’ı fethetmek, Hindistan’da imparatorluk kurmak gibi hayallere kapılacak kimse kalmamıştır. Bütün beynimizi, çalışmamızı bu ülkenin bayındırlığına, gönencine ayıracağız. Gayemiz budur ve bu gaye için varlığımızı bile ortaya koymaya hazırız.

Milletimiz güçlü olmalıdır, mutlu ve istikrar içinde yaşamalıdır. Bunun için devletimiz tam bir millî siyaset takip etmeli, bu siyaset de bütünüyle iç teşkilatımıza dayalı ve uygun olmalıdır. Benim millî siyaset dediğim şudur: Ulusal sınırlarımız içinde her şeyden önce kendi kuvvetimize dayanıp varlığımızı koruyarak, millet ve ülkenin gerçek mutluluğu ve bayındırlığı için çalışmak… Rastgele, bitmeyen emeller peşinde milleti meşgul etmemek, zarara uğratmamak… Uygar dünyadan, uygar ve insanca muamele beklemek, karşılıklı dostluk beklemek…

İç siyaseti dış siyasete kurban etme hatası ne yazık ki günümüzde de hortlamış bulunuyor.

Azim ve Karar, 30.03.2021

Kaynak: Cihan Dura, Ataname, Doğu Kitabevi, İst., 2019

YORUMLAR

Henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu yukarıdaki form aracılığıyla siz yapabilirsiniz.